|
Özet
Sivil toplum, devletten önce gelen, onun içinde yaşayan, ama onunla özdeş
olmayan, hatta ona karşı koyabilen bir tür insan ilişkileri yumağıdır. Batı
uygarlığı tarihi içinde, böyle bir kavram kapitalizmin doğurduğu burjuvaziyle
gerçekleşmiştir, başka deyişle, daha ilkel gelişme düzeylerinde “sivil toplum”
kurulamaz. Kavramın Türkiye’ye gelmesi ve kullanılışı ise tartışmalıdır. STK
kavramı pratikte bulunan durumu tam olarak yansıtmaya yetmemekte ve gerçek
içeriğine uygun bir kullanım sunamamaktadır. Bu makale sivil toplum
kuruluşlarının kullandığı çeşitli kavramların gelişimini ve teorik arka planını
anlatmaktadır.
-----
Toplumsal
bilimlerde, aynı konu alanına sık sık yeni modellerle yaklaşılıyor. Birileri
kalkıp, o vakte değin hiç duyulmamış bir terminolojiyle bir şeyler anlatıyor,
çözümlemeler yapıyor, sonuçlar çıkarıyor. Bunları okuyanlar, böyle bir yeni
yaklaşımın niteliğini kavrayınca, söz konusu terimlerin çoğu kere eskiden
başka türlü dile getirilen birtakım olgulara ya da ilişkilere verilmiş yeni
isimlerden ibaret olduğu duygusuna kapılıyor, bir çeşit hayal kırıklığına
uğruyorlar. Ancak haksızlık etmemek gerekir: hemen hemen her yeni yaklaşımda
önerilen kavramlarla eskiler arasında nüanslar olmakta, yeni terimler
eskileriyle tam örtüşmemektedir. Belki, bu bilimlerde “ilerleme” denildiğinde,
bu türden küçük “paradigma değişiklikleri” kastediliyordur. İşte, böyle bir
anlayışla günümüzün gözde kavramları olan “sivil toplum kuruluşları”nın
serencamına bakmaya çalışacağım.
Toplum bilimciler, kendi seçimimiz sonucu olmayarak, ister istemez girdiğimiz,
daha doğrusu kendimizi içinde bulduğumuz akrabalık gibi birincil (primary)
ilişkilerle, irademize dayalı olarak, örneğin bir sözleşmeyle katıldığımız
dernek üyeliği türünden ikincil (secondary) ilişkiler arasında ayrım yaparlar.
Bu ikincil gruplara gönüllü (valuntary-ihtiyari) kuruluşlar da denir.
Bunlarda, “rıza” önde gelir.
Gerek
birincil grupların, gerekse dernek gibi toplaşmaların arasında gözetilen bir
ayrım da, bunların özgül (specific) bir amaçla oluşmuş olup olmamalarına
dayanmaktadır. Şirketler, spor kulüpleri gibi belirli amaçlı (purposeful)
kuruluşlardan farklı olarak, amaçsız (purposeless) denilen gruplar, gerçekte
amaçsız değillerdir; sadece gerçekleşince grubun ortadan kalkması gerekecek
belirli amaçlar yoktur; sayıp dökülemeyecek, hepsi belirlenemeyecek amaçlara
hizmet ederler. Bir bakıma (F. Tönnies’in Gemeinschaft-Gesellschaft/cemaat-cemiyet)
topluluk-toplum ayrımı da, bu amaçsızlık-amaçlılık bölünmesine denk düşer.
Bazı
topluluklar biçimsel ve yasal olarak örgütlenmiş ve tüzel kişilik (hükmi
şahsiyet) kazanmışlardır (incoporated); kendi hak ve yükümlülükleri vardır;
diğerleri bir sözleşme çerçevesinde bir araya gelmişlerdir, mütevellileri (trustees)
ya da temsilcileri aracılığıyla yasal işlemlerde bulunmaktadırlar. Yine bazı
topluluklar kendi iç işleyiş kurallarını saptamış, diyelim bir yönetmeliğe
bağlamışlardır (constituted); başkalarıysa böyle yapmamışlardır, her bir
olayda üyelerinin anlık istek ve tepkilerine göre işliyorlardır.
Son
onyılların moda kavramı CGO’lar (non-govermental organizations, hükümet daha
doğrusu devlet-dışı örgütler), toplumbilimde çoktandır yapılan bu tanımlardan
büsbütün ayrı şeyler değildir. Ancak, temsili demokrasi kuramlarının aşınması
nedeniyle, bunlara yeni işlevler yüklenmiştir. Galiba, biraz hızlı gittim,
daha geriye döneyim.
1950’li
yıllarda, Amerikan sosyolojisinde (Fizikten ödünç alınarak) bir “kitle” (mass)
kavramı ortaya atıldı. “kitle toplumu”ndan, “kitle kültürü”nden söz edilmeye
başlandı. Bu, bir bakıma Roma populus’unun, Fransız Devrimi’ndeki le
Peuplme’ün, Marxist “halk”ın uzantısıydı. Daha 1930’da Ortega y Gasset
“Kitlelerin İsyanı” diye bir kitap yazmış, demokrasinin gelişmesi sonucu,
artık iktidara boyun eğmeye yanaşmayan yeni bir siyasal yapının oluştuğunu
ileri sürmüştü. Aslında, “sınıf”tan farklı olarak “kitle”, eski ayak-takımı (mob)
kavramı gibi, irrasyonelliği çağrıştırmaktaydı. Yine de, meslek odaları,
sendikalar türünden “kitle örgütleri” ilericilerin övgüsünü kazandı. Bu
benimsemenin bir göstergesi, terimin başına “demokratik” sıfatının eklenmesi
oldu.
“Sivil
toplum” kavramı için ise, daha da geriye, 18. yüzyıl Avrupasına gitmek
zorundayız. Bu terim, ilk kez toplumsal sözleşme kuramları bağlamında ortaya
atılmıştır. “Doğa durumu”nda yaşayan insanlar, kendi aralarında sözleşerek
“uygarlık durumu”na geçerler. Bazı kuramcılar, insanları iki katlı bir
sözleşmeyle, önce uygar toplum durumuna, sonra da bir egemene bağlayarak
siyasal toplum/devlet durumuna geçirirler; bazıları içinse tek bir sözleşme
vardır, egemene karşı çıkılırsa, insanlar doğa durumuna, yani vahşete geri
dönerler.Hegel’de
ise, sivil toplum (bu terimin Almanca’sı, Bürgerliche Gesellschaft, yani
burjuva toplumudur!) bir sözleşme sonucu olarak kurulmaz; sözleşmenin
yapılacağı ortamı ya da alanı oluşturur, bireylerin kendiliğinden, gelenek ve
görenekler uyarınca özgür birlikteliğinden ibarettir. Sivil toplum, ancak
yasal ve siyasal kurumlarla donanınca devlete dönüşür.
Bizim
“sivil toplum üyeliği” anlamına kullandığımız “yurttaş” terimi yerine,
“hemşeri” dememiz belki daha doğru olurdu; çünkü ciltoyen/citizen şehirli
demektir. Medeniyet, Medineliliktir, şehirliliktir. (“Kent” ve “kentli”yi
kullanmıyorum, zira hem “şehir” ve “şehirli”den daha Türkçe değil, hem de
başka Türk lehçelerinde “köylü” anlamına geliyor.) Hemşerilik, bir tür yerel
yurtseverlik içeren “memleketlilik” anlayışını çağrıştırdığı için, Moğolca
“çadır” anlamına gelen “yurt”u paylaşanlar adına razı olalım.
Sivil
Toplum Kuruluşları (STK), “hükümet/devlet dışı örgütler”le özdeş bir kavram.
(“Örgüt” 1980 darbesi döneminde “gizli örgüt” anlamını aldığı için, tercih
edilmiyor!) Bununla anlatılmak istenen, merkezi ya da yerel yönetimin
denetiminde olmayan, gönüllü olarak kurulmuş dernekler, vakıflar, siyasal
partiler, spor kulüpleri, sendikalar, meslek odaları vb. Ancak bu genel
önerme; koşullara bağlanmak gerekir. Siyasal partiler, benim kanımca, ancak
iktidarda olmadıkları zaman STK sayılmalıdır.
Barolar,
tabip ve mimar-mühendis odaları gibi örgütler, belirli bir mesleği yapabilmek
için üye olunması zorunlu kuruluşlar oldukları için, tam gönüllü nitelikte
değillerdir.
Amerikan
yazınında en yeni bir kavram da, “Sibio”lardır (CBO Community Based
Organizations). Bu terimle, mahalle düzeyinde, yerel “cemaat”e (komşuluk
ilişkisi içinde yaşayan insanlara) dayalı örgütlenmeler kastediliyor. Bunları,
NGO’lardan ayıran özellikleri, çok daha dar amaçlı (parochial) olmalarıdır.
STK, gerek
ulusal gerekse uluslar arası düzeyde, demokratik siyasal yaşam için “onlarsız
olunmaz” önem kazanmışlardır. Bunun nedeni, bence, güçler ayrımı gibi temsili
demokrasi kuramlarının günümüzde aşınmış bulunmasıdır. Örneğin, siyasal parti
disiplini olgusu, yasamanın yürütmeyi denetlemesi gibi bir düşünceyi
gerçekdışı kılmıştır. Unutmayalım ki, Eski Yunan’da demokrasinin mekanizması,
seçmek değil, kur’a çekmekti. STK, doğrudan demokrasiye benzer bir
karar-alma-süreçlerine-katılma-olanağı sağlıyor gibi göründüğü için bu denli
önem kazanmıştır. Amaç STK’nın temel zayıflığı da, aynı nedenle ilgilidir. STK
üyelerinden başka hiç kimseyi temsil etmeyen, “kerametleri kendinden menkul
şeyhlikler”dir. İlgi alanları, genellikle dardır. STK deyince, akla sadece
“İnsan Hakları Vakfı” gibi, geniş kapsamlı amaçları olan örgütler
gelmemelidir. “Kanarya Sevenler Derneği” türü kuruluşlar da STK’dır. Hatta
Türkiye’de cami yaptırma ve semt güzelleştirme dernekleri, STK’nın büyük
çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ayrıca, STK genellikle dar maddi olanaklarla
çalışırlar; gerçekleştirmek istedikleri tasarılar için her zaman mali destek
bulmak zorundadırlar. Çağdaş bir çoğulcu toplumda, STK ancak çok sayıda
olursa, toplumun her üyesinin de çeşitli çıkar ve ilgilerine göre çok sayıda
örgüte girmesiyle iç içe şebekeler oluşursa, demokratik dengeler sağlanır ve
kamu yararı gerçekleşir.
STK
tanımları gereği, büyük bir çeşitlilik göstermekle birlikte, gerek ulusal
siyasette gerekse uluslar arası açıdan anlam ve önem taşıyanları, kişisel ya
da grupsal çıkar sağlamak peşinde koşmayan, demokratikleşme, çağdaşlaşma gibi
temel hak ve özgürlükleri korumayı amaçlayanlardır.
Siyaset
bilimi yazınında, NGO’lardan başka bir de QUANGO’lar vardır. Bunlar diğer STK
gibi özel nitelikli olmakla birlikte, tümüyle ya da kısmen merkezi devletçe
finanse edilen kuruluşlardır. (Quasi-NGO: şibih enciolar ya da enciomsu
örgütler) Amerikalılardan farklı olarak İngilizler, bu terimler yarı özerk
NGO’ları kastediyorlar. BBC gibi public corporation’lardan tutun da, bakanlık
örgütlerine doğrudan bağlı olmayan danışma (istişare) niteliğindeki kurullar,
İngiliz kullanımında “quango”dur. Ancak, bu tür kuruluşlar, genel siyasal
sorumluluktan bağışık kalmaları ve fon tahsislerinde bakanlıklarca
kayrılabilmeleri nedeniyle eleştiri konusu olmaktadır. Fakat bunların,
gereksiz maliye ve meclis denetimlerinden sıyrılabilmeleri, bakanlıklardan
bağımsız olarak araştırma yapabilmeleri, siyasal mekanizmalarla erişilemeyecek
uzmanlardan yararlanabilmeleri ve devlet bürokrasisini şişirmeden iş
görebilmeleri yadsınmayacak üstünlüklerdir.
Fransız
Devrimi’nde bir Üçüncü Tabaka (tiers etat) vardı, sonra burjuva-kapitalist ve
sosyalist sistemler arasında bir Üçüncü Dünya (tiers monde) çıktı;
iktisatçılar, tarım ve endüstri dışında kalan hizmetler alanına Üçüncü Sektör
dediler. Şimdi, STK bağlamında yeni bir Üçüncü Sektör kavramı ortaya atıldı.
Yani Kamusal ve Özel Sektörler dışında kalan, ne biri ne de öteki olan üçüncü
bir kesim. Ancak Türkiye gibi gelişmemiş ülkelerde, bu kavram hem birici hem
de ikinci sektörler anlamına geliyor. STK’nın özellikle uluslararası bir sayınmaya ulaşması, sadece bizde değil, birtakım Afrika ülkelerinde de, özel
sektörü (“Bu memlekete komünizm gerekirse, onu da biz yaparız” diyen merhum
müntehir Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ı anımsatırcasına) devlet desteğiyle bu
alanı ele geçirmeye itti. Bu gelişmenin, gerçek STK açısından içerdiği
tehlike, potansiyel uluslar arası destekleri söz konusu çevrenin kendi
tekeline almasıdır.
Aslında,
kendi ekonomik çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan bireylerle en üstteki
siyasal örgütün, yani devletin arasında kalan üçüncü bir alan vardır. Devletin
iktisadi teşebbüslerine “kamusal” denilmesi, bu bakımdan belki bir talihsizlik
sayılabilir. Üç boyutlu olarak düşünülürse, bazı kuramcıların public sphere ya
da public space, yani “kamu uzamı/mekânı” dedikleri bu alan, bireylerin
devletten bağımsız olarak, ama kendi kişisel yararlarını gözetmeden, toplumun
genel yararı için etkinliklerde bulundukları geniş bir sığa oluşturmaktadır.
Ben kendi payıma, burada, Hegelci bir anlayışın izlerini seziyorum. Genel
toplaşmayı içerirken, Hegel’in “sivil toplum”u ancak aynı zamanda “siyasal”
bir boyutu da olan birleşmeleri kapsamaktaydı. Yeni “kamu alanı” kavramı da,
böyle genel toplum yararını gerçekleştirmeyi amaçlayan toplu çalışmaları
anlatıyor.
Türkçe’de
“sivil” sözcüğü, öteden beri askeri (üniformalı) olmayan anlamında
kullanılmıştır. Terimin bu kullanımı, örneğin İngiltere’de de geçerlidir.
Orada civil service, askeri ya da dini “hizmetler”den farklı olarak, düpedüz
devlet memurluğu = bürokrasi demektir. Ancak “sivil”, Batı düşünce
geleneğinde, devlet ya da kamu karşısında, (I) özel kişileri ve (II) toplumu
da niteler. Etimolojik olarak “sivil” uygar anlamındadır. Toplumun ya da
devletin, yani kamu otoritesinin kökenini açıklamaya çalışan “sözleşme”
(kontrat) kuramlarına göre, insanlar “doğa durumu”nda barbarlık koşulları
içinde yaşarken, kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle, güvenliklerinin
sağlanması için bazı haklarını ortak bir otoriteye devretmiş ve “uygarlık
durumu”na geçmişlerdir. (Kimi yazarlar bütün hakların devredildiğini, kimileri
ise bazı hakların toplum üyelerinde kaldığını, yani birtakım “temel” hakların
devredilemez olduğunu ileri sürmüşlerdir.) İlk tasarıma göre, kamusal otorite
mutlaktır; ona karşı çıkılması halinde, sözleşme çözülecek, doğal duruma,
barbarlığa dönülecektir. Devlet yetkilerinin zulüm ve haksızlık yapmaları
durumunda, onları (değiştirmek üzere) devirmek, ama barbarlığa da düşmemek
için, kimi kuramcılar iki katlı bir sözleşme tasarlamışlardır. Buna göre, ilk
adımda uygar toplum, ikincisindeyse siyasal toplum (devlet) kurulmaktadır.
İşte,
sivil toplum, devletten önce gelen, onun içinde yaşayan, ama onunla özdeş
olmayan, hatta ona karşı koyabilen bir tür insan ilişkileri yumağıdır. Batı
uygarlığı tarihi içinde, böyle bir kavram kapitalizmin doğurduğu burjuvaziyle
gerçekleşmiştir. Nitekim Almancada sivil topluma Bürgerliche Gesellschaft
denir. Bir başka deyişle, daha ilkel gelişme düzeylerinde “sivil toplum”
kurulamaz. Siyaset bilimcileri, insanların aile ve ulus gibi toplumsal
kurumların içine doğduklarını, ordu ve baro gibi bazılarına belli koşullar
altında katılmak zorunda olduklarını, siyasal parti ve dernek gibi
bazılarınaysa katılıp katılmamayı seçebileceklerini saptamışlardır. Özellikle
bu sonuncular, [gönüllü (voluntary = ihtiyari/iradi) örgütler], sivil toplum
kuruluşlarını oluşturur. (Bir başka sosyolojik yaklaşımla, her toplumda
ortaklaşa çıkarların belirlediği çıkar grupları vardır. Bunlar kamu otoritesi
üzerinde daha etkili olmak için örgütlenince, baskı grubu niteliğine
bürünürler.)
Demokrasilerde siyasal karar alma süreci, kamuoyunun yönlendirmelerine
açıktır. Kamuoyu ise anlatımını medya denilen sözlü, görüntülü ve yazılı kitle
iletişim araçlarında bulur. (Aslında, medya halkın eğilim ve kanılarını
yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda etkiler de!) yaygın kanıların oluşmasına,
birtakım kişiler ve örgütler önderlik ederler. Medyada ortaya çıkma olanağı
buldukları ölçüde, sivil toplum kuruluşları, siyasal kararları
etkileyebilirler.
Sağlıklı
bir demokrasinin işleyebilmesi için, kamuoyu oluşmasında etkili örgütlerin
toplumun bütün katmanlarını kapsaması zorunludur. Gerçekten türdeş (homojen)
bir toplumda, demokrasi olamaz. Toplumun yapısındaki “çoğulluk” (plurality),
kamuoyunu oluşturan kuruluşların çokluğuyla temsil edilmek gerekir.
“çoğulculuk” (puluralism) bu demektir.
Türkiye’de
yasal olarak biçimsellik kazanmış başlıca sivil toplum kuruluşları, işçi
sendikaları, odalar ve barolar gibi serbest meslek örgütleri, siyasal
partiler, spor kulüpleri, çeşitli amaçlar güden vakıflar ve derneklerdir.
Bunların dışında, bazen alternatif, platform, inisiyatif (girişim) gibi adlar
altında formelleşmemiş gruplar da olmakla birlikte, bunların süreklilikleri
daha azdır.
Bütün
meslek örgütlerini, tam gönüllü kuruluşlar sayamayız. Bunların kimileri
yarı-resmi niteliktedir. Yine de, meslek örgütleri zaman zaman devlete karşı
sivil toplum çıkarlarını savunurlar. Öte yandan, şirket gibi ticari
örgütlenmeler, elbette gönüllü kuruluşlardır. Fakat bunların her şeyden önce
kâr sağlamak istemeleri, sivil toplumun amaçları açısından yararlarını
sınırlar. Üretici kooperatifleri, bu bakımdan farklı bir özellik göstermekle
birlikte, Türkiye’de az gelişmişlerdir.
Siyasal
partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurları sayılmalarına karşın, iktidarda
oldukları zaman devletle fazla özdeşleşir, iktidara gelme şansları yüksek
olduğu oranda da devlete fazla mesafe koyamazlar. Sivil toplum kuruluşu
kavramına, belki küçük partilerin daha yakın oldukları söylenebilir.
Türkiye’de
vakıf ve dernek yapısındaki asıl toplum kuruluşlarının çoğunluğu, cami
yaptırma dernekleri gibi dinsel niteliklidir. Bu doğaldır. Öte yandan,
gerçekten laik bir devletin kuruluşunda; Diyanet İşleri örgütlenmesinin hiç
yeri olmamak gerekirdi.
Mete Tunçay,
Prof. Dr.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü
tuncay@bilgi.edu.tr
Bilgi Üniv. İnönü Cd. Kuştepe – İstanbul
Yayınlarından Seçmeler: Bilineceği Bilmek, Alan Yayıncılık, Sonbahar Türkiye
Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler, Belge Yayınları, Haziran 1982 1983
Cumhuriyeti'nde Tek-Parti Yönetimi'nin Kurulması (1923-1931), Tarih Vakfı Yurt
Türkiye'de Sol Akımları 1 (1908-1925), BDS Yayınları, AğustosYayınları, 1999
Açık Toplum ve Düşmanları 1 Platon (çeviri), Karl R. Popper, Remzi2000
Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar YeniKitabevi, Mayıs 1994
Bir Bunalım ÇağındaÇağ (derleme), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002
Toplum Felsefeleri (çeviri), Pıtırım Aleksandroviç Sorokin, Göçebe Yayınları,
1997
Kaynak:
http://www.siviltoplum.com.tr
* Bu makale Prof. Dr. Mete Tunçay'ın izniyle
yayımlanmıştır. |